Prof. Dr. Bekir TATLI Feyizler SOFRASI Alperenler Divanı
|
Her yıl mart ayının ilk haftasının sonunda Kastamonu’da çeşitli etkinliklerle anılan Mehmet Feyzi Efendi hakkında bazı araştırma ve yayınlar yapılmıştır. Musa Özdağ’ın Mehmed Feyzi Efendi’den Feyizler (I-VIII, İstanbul 1992-1995; Adapazarı 2002; Kastamonu 2007), Feyizler Sultanı Mehmed Feyzi Efendi (Kastamonu, ts.) ve Feyizlerden Damlalar (İstanbul 1996) adlı derlemeleriyle Şaban Kalaycı’nın Karanlıktan Aydınlığa (İstanbul 1996), Karanlıktan Nur’a (İstanbul, ts.) ve Rafet Küllüoğlu’nun Feyizli Sözler (İstanbul 1996) isimli çalışmaları bunlar arasında sayılabilir. Hakkında yapılan panel ve sempozyum şeklindeki etkinliklerden birinde sunulan bildiriler (8 Mart 1998, Kastamonu) Mehmed Feyzi Efendi’nin Feyiz Pınarı Sempozyumu adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1998). Yine onunla ilgili olarak Aysun Duysak tarafından bir lisans tezi hazırlanmıştır (1995, AÜ İlâhiyat Fakültesi).
MEHMET FEYZİ EFENDİ HAKKINDA NE DEDİLER?
"Hoca Efendiyle Otuz Sene Kadar Önce Tanışmıştık""Kastamonu'ya yaptığım bir gezi sırasında
bundan otuz yıl kadar önce kendilerini evlerinde bir akşam ziyaret ederek tanışmış,
görüşmüş olduk. Merhum; çok imanlı, ermiş, büyük bir şahsiyetti. İslâmiyet hepimizin
kabul edip iman ettiği gibi, Cenab-ı Hakk'ın insanlığı saadete, mutluluğa, hak
yola sevk için lutfetmiş olduğu, hediye etmiş olduğu sönmez bir güneştir. Efendi
Hazretleri, İslâmiyet'in bütün ulvi manasıyla ve esaslarıyla dersini veriyordu.
Bu hususta çok iyi yetişmişti, çok bilgiliydi. Kendileriyle, gerek milletimizin
kalkınması meselelerini ve gerekse devletimizin yaşatılması meselelerini birçok
defalar görüştük. Daha doğrusu kendilerinin irşadını aldım. Bu münasebetle
de kendileriyle çok yakın tanışır olduk. Bu vesileyle kendisinin ilim alanında
da çok derin olduğunu gördüm. Kendi el yazısıyla, eski harflerle yazılmış yazılarını,
defterlerini gördüm. Bildiğiniz gibi eski alfabemizin 6-7 tür yazı çeşidi vardır.
Eski kitaplar, kitabeler de bunlarla yazılmıştır. Sülüs, ta'lik, tevki bunlardan
bazılarıdır. Efendi Hazretleri'nin yazısı matbaada basılmış yazılardan daha
güzel, daha temiz ve intizamlı idi. Herhalde o yazılar ve defterler şimdi evinde,
oğlundadır. Bunları zaman zaman bana da gösterme lutfunda bulunmuşlar, yazmış
oldukları bazı şeyleri birlikte okumuştuk. Eski yazıyı ben de çok iyi bilirim.
Zaten kendileriyle mektuplaşmalarımızı eski yazıyla yapıyorduk. Ben kendilerine
eski yazıyla yazıyordum. Böylece münasebetlerimiz sürüyordu..." Devamı |
"Onun Ahlâkı Peygamber Ahlâkı İdi" Merhum Feyzi Efendi, son derece mahviyet
sahibi birisiydi. Bu ahlâkı, tıpkı hiçbir ücret beklemeden yaptığı bir nevi
kamu hizmeti olan eğitim işinde olduğu gibi, Peygamberlere ait bir haslettir,
özelliktir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak Peygamberimize şöyle buyurmaktadır: "Fe-bimâ rahmetin mina'l-lâhi linte lehüm" "Sen Allah'tan
bir rahmet sebebiyle onlara yumuşak davrandın." (Âl-i İmrân Sûresi,
159) İşte Rasulullah Efendimizin o ipek yaratılışı, ahlâkı, o güleç yüzü sırf
Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti sebebiyledir. Bu ise irşatta, eğitim ve öğretimde şart
olan bir husustur. Nitekim bunun hikmeti, âyette şöyle açıklanır: "Velev
künte fazzan ğalîza'l-kalbi le'n-faddû min havlik" "Eğer sen
katı kalpli, sert huylu olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi!" (Âl-i
İmrân Sûresi, 159) Tebliğ ruha yapılır. Ruh ise huşunetten (sertlikten) hoşlanmaz.
İşte risâletteki bu özellik, Mehmed Feyzi Efendi'de aynen tecelli etmişti. Zaten
hiçbir karşılık beklemeden yaptığı kamu hizmeti de Peygamberlere has bir özelliktir.
Bunu da Peygamber (a.s.)'ın nübüvvet nurundan devşirmiştir. Mesela Şuarâ suresinde
beş tane Peygamberin ağzından ve değişik sûre ve âyetlerde de Peygamber (a.s.)'ın
ağzından şöyle nakledilir: "Ben buna (tebliğime) karşı sizden bir ücret
de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir. (Şuarâ Sûresi,
127) Çünkü risâlet Allah'ın kullarına lutfettiği en yüksek mertebedir. Peygamberlerin
vârisleri olan âlim ve ârifler de bu yüzden hasbîliği tercih ederek yüce mertebelere
ulaşmışlardır..." Devamı |
"Hayatımın En Huzurlu Gecesi" 1976 yılında Keles Kaymakamı idim.
Ilgaz Kaymakamı iken adını çok duyduğum ama tanıma fırsatı bulamadığım Kastamonulu
Mehmed Feyzi Efendi Hazretleri'yle görşmek istedim. Bu niyetle tek başıma Kastamonu'ya
geldim. Oraya gece vardığım için otel aramaya başladım. Otellerin hiçbirinde
yer yoktu. Bu yüzden Nasrullah Camii'nin şadırvanının başında sabahladım. Hayatımda
o geceki gibi tatlı bir huzur duyduğumu hatırlamıyorum. Sabahleyin namazdan
sonra cemaate sordum. Cemaatten birisi bana, Hoca Efendi'nin orada bir yakınının
bulunduğunu, onun beni götürebileceğini söyledi. Meğer o zat Hoca Efendi'nin
kayınbiraderi olan Camcı Hacı Enver Eroğlu imiş. Önce beni dükkanına götürdü.
Dükkanını açtı ve bana orada kahvaltı yaptırdı. Sonra birlikte Hoca Efendi'nin
evine gittik. Evde benim ilk dikkatimi çeken, adeta gözlerinden ışık çıkan bir
insan oldu! Bende öyle bir etki uyandırdı. Sonra oturduk. Benim ona tasavvufla
ilgili soracaklarım vardı, bir takım problemlerim vardı; onları sormak için
gitmiştim. Ancak soruları sormama gerek kalmadan o soruların cevabını uzun uzun
anlattı! (...)" Devamı |
"İSLÂM GARİP BAŞLADI…” HADİSİNE ORİJİNAL BİR BAKIŞ AÇISI GETİREN MEHMET FEYZÎ EFENDİ’NİN PEYGAMBERLİK ve SÜNNET ANLAYIŞI" “İslâm garip olarak başlamıştır, başladığı gibi tekrar garipliğe dönecektir; gariplere ne mutlu!” şeklinde nakledilen ve muteber hadis kaynaklarında oldukça yaygın olarak yer alan hadis, genellikle hep olumsuz bir algı bırakmış ve İslâm dininin gittikçe zayıflayıp, kıyamete yakın garip bir hale dönüşeceği, başladığı gibi zayıf bir halde sona ereceği şeklinde anlaşılmıştır. Ne var ki, hadis metninin sonunun “Gariplere ne mutlu!” şeklinde bitiyor olması, ortada üzülmeyi gerektirecek bir durum olmadığını ifade etmektedir. İşte Mehmet Feyzî Efendi de bu hadis hakkında oldukça olumlu bir bakış açısı geliştirmiş ve bundan müsbet bir anlam çıkarmıştır. Buna göre, hadis metninde yer alan “garip”; "benzerleri arasında eşsiz (adîmü’n-nazîr)" anlamına gelmektedir ve bu da İslâm’ın tıpkı başladığı gibi eşsiz ve benzersiz olarak sona ereceğini ifade etmektedir. Bu çalışmamız, “Kur’ân’ın, ehâdîs-i Nebeviyye’nin ve ulemânın irşâdından başka çâre yoktur.” diyen ve hayatı boyunca Kur’ân ve Sünnet’e bağlı bir hayat süren Mehmet Feyzî Efendi’nin Peygamber ve Sünnet anlayışını da ortaya koymak suretiyle onun bu konulardaki kendine has bakış açısını tespit etmeyi amaçlamaktadır. Yazının devamı |
"Çocukluğundan itibaren ilim aşkıyla yetişen ve bu aşk çerçevesi içerisinde din, vatan ve millet mefkûrelerini, kendileriyle görüşmeye gelen din kardeşlerine aktaran ve hayatını Rasûlullah Efendimizin sünnet-i seniyyelerine ittiba ederek devam ettiren âlim, fâzıl ve müttakî bir zât idi. Kastamonu'nun Şamlıoğlu çıkmazında bir Ramazan ayında dünyayı teşrif etmişlerdir. Babası İzzet Efendi, annesi Hâfıza Aişe Hanım'dır. İlk dersini mahalle mektebinde Çerkez Hoca Hanım'dan almıştır. Yaşıtları mahallede oyun oynarken, kendileri oyun oynama yerine okuma-yazma ile meşgul olurlar, hocalarını giyim-kuşamda taklit etmekten hoşlanırlar ve bu türlü meşgaleleri kendilerine bir oyun addederlerdi. Hatta çocukluğundaki bu olgun davranışlarını ve ilim meclislerine devamını gören dönemin ulemâsı, birbirine onu işaret ederek: "Bu çocuk, muhibb-i ulemâdır" (Âlimleri seven birisidir) derlerdi. O zamanın Bayraklı Medresesi müderrislerinden Hâfız Osman Efendi, onun velî olduğunu söylerdi.
Yedi yaşında başladığı Yârabcı adındaki mektepte altı sene okuyarak ilk tahsilini tamamlamıştır. Altı yaşından itibaren Sinan Bey Câmii imamı ve Nasrullah Câmiî hatîbi Kurrâ Hâfız Ömer Aköz Efendi ile tanışmış ve kendisinden Kur'ân-ı Kerîm hıfzını ve tâlimini ikmâl etmiştir. Hâfız Ömer Efendi, Kastamonulu olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde üstâz-ı küll idi. Ayrıca Hâfız Ömer Efendi'den ilm-i irtifâ öğrenmiş, Mukaddeme-i Cezeriyye ve Tecvîd-i Edâiyye'yi okumuştur.
Yine Kastamonu hocalarından, tâ'lîm-i Kur'ân'da ders arkadaşı olan Mercanzâde lakâbıyla bilinen Hâfız Tevfik Efendi'den askerlik öncesinde ve sonrasında Kıraat-ı Seb'a'yı; Hâfız Abdurrahman Efendi'den sarf-nahiv ve fıkıhtan Halebî'yi; Hoca Kâmil Efendi'den Mültekâ'yı, âdaptan Şir'atu'l-İslâm'ı ve akâidden el-Fıkhu'l-ekber'i okumuşlardır.
Askerliğini 1935-1937 seneleri arasında İstanbul'da muvazzaf olarak yapmış, daha sonra da yine İstanbul'da yedi ay ihtiyat askerliğinde bulunmuştur. İlme olan aşkı ve şevki askerliğinde de devam etmiş, buna bağlı olarak askerlik süresinde de Cumartesi-Pazar evci çıktıklarında ilim ve tedrisat meclislerine devam etmiılerdir. Şöyle ki; Cumartesi günleri evci çıkar ve Fatih dersiamlarından ve aynı zamanda akrabası olan Hoca Ahmed Efendi'nin evinde misafir olurdu.
Pazar günleri öğleden evvel Sultan Ahmed Câmii'nde Ayasofya hocalarından Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendi'den Tafsîr-i Alûsî okurlardı. Öğle namazından sonra Fatih'te Hüsrev Hoca Efendi'den Buhârî-i Şerîf tedris ederler; ikindiden sonra da Beyazıt Câmi-i şerifinde Seyyid Abdulhakim Arvâsî hazretlerinin Fahruddin Râzî'nin Tefsîr-iKebîr'inden verdiği dersi dinlemeye giderlerdi.
Askerliği süresince İstanbul'un bu seçkin ulemâsının derslerine devam etmekle beraber kışlada ilmî sohbetlerde bulunur; bu sohbetlere erat ve subaylar katılır ve sorulan ilmî sorulara etraflıca cevaplar verirlerdi. Hatta erat içerisinde, namaz sûreleri tâlim ettiklerinden bazılarının, daha sonra sivil hayatlarında imamlık görevi aldıkları vârittir.
Askerlik dönüşünde, daha önce Kastamonu'ya gelmiş olan Bedîuzzaman Saîd Nursî hazretleri ile tanışmışlar ve onun husûsî hizmetinde bulunmuşlardır. Bu sırada kendilerinden Kelâm, İslâm Felsefesi ve Mantık'a dair dersler almışlardır. Bedîuzzaman ve Risâle-i Nûr'la ilgili suçlamalardan dolayı 1943'te dokuz ay Denizli hapishanesinde; 1948'de on ay Afyon hapishanesinde kalmışlar ve her ikisinden de beraat etmişlerdir.
Müteâkıben husûsî ilmî çalışmalarını âsûde bir şekilde yürütmek, isteyenlere ders vermek ve aynı zamanda bu çalışmaların ve tedrisatın semeresi olan sohbetleriyle, görüşmeye gelenleri Rasûlullah'ın akvâl ve ahvâline cezbetmek gibi hizmetlere matuf olarak evlerinin bir odasını dershane edinmişlerdir.
15.6.1957 tarihinde, 45 yaşlarındayken evlendiler. Bu mubârek izdivaçtan dört kızı, bir oğlu olmuştur.
Sarf-Nahiv, Fıkh-ı Semerkandî'yi; İhyâu Ulûmiddîn'den akâid ve hac bahsini, Aliyyu'l-Kârî'nin Şemâil-i Şerîf Şerhi'ni, Birgivî ve Akkirmânî'nin yazmış oldukları Hadîs-i Erbaîn Şerhi'ni, Şerkâvî'nin Hulâsatu'l-Buhârî'sini (Tecrîd-i Sarîh Şerhi'ni), Sâduddin Taftâzânî'nin Akâid-i Nesefî Şerhi'ni okutmuşlardır. Ayrıca isteyen talebelere, tâlim-i Kur'ân ettirmişlerdir.
1966, 1970 ve 1976 senelerinde olmak üzere üç defa haccetmişlerdir. 1975 senesinde böbrek taşı rahatsızlığı geçirmişlerdir. Şubat 1983 senesinde de sağ tarafında kısmî bir felç rahatsızlığı geçirmişler ve gerekli tıbbî tedâvîlere başvurmakla beraber, kesin tedavinin Peygamberimizin şefaatiyle gerçekleştiğini ifade etmişlerdir. Böbrek ve yüksek tansiyonla ilgili rahatsızlıkları son zamanlarına kadar devam etmiştir. Son zamanlarında mubârek gecelere husûsî bir önem vererek, ilâhî vuslatın habercisini beklemeye koyulmuşlardı. Nihayet ilâhî müjde, 4 Mart 1989 günü, mubârek Mi'râc gecesine açılan kapılarla beraber gerçekleşmiş oldu. İlim, feyiz ve bereket yüklü temiz ruhunu ikindi vaktinde sahibine teslim eylediler. Yüceler Yücesi Rabbimizin rahmetleri ve bereketleri daima üzerine olsun; bizi de şefaat ve himmetlerinden ayırmasın, âmin…
Hayatı boyunca yapmış oldukları tavsiyelerden ve veciz sözlerinden bazı örnekleri aşağıya alıyoruz:
Burada kısaca birkaç örnekle özetlediğimiz güzel fikir ve vecîzelerini ve bunların izahlarıyla kendilerinin ahvâl ve ahlâkına dair hususları açıklayan çeşitli yazılar, makâleler ve eserler inşallah neşredilmeye devam edecektir."
Musa ÖZDAĞ